Aklın Uykusu Mu Canavarlar Üretir?
Uyarı: Metin içerisinde kullanılan şiddet içerikli görseller, rahatsızlık yaratabilir!
Pandemi dönemi Ekim 2020-Mart 2021 arasında, bir kısmını online bir kısmını fiziki olarak, içerisinde öğrencilerimin de olduğu bir grupla gerçekleştirdiğim açık atölye sohbetlerinden, Ocak ve Mart aylarına denk gelen “Kötülük Üzerine” isimli sunum dizisinin ilk bölümü olan ‘Goya ve Kötülük Üzerine’ adlı sunumumdan yer yer faydalanarak bu denemeyi yazmak istedim.

‘Goya ve Kötülük Üzerine’ sunumundan ekran görüntüsü, 31 Ocak 2021
İnsanlık tarihi boyunca, günümüze dek güncelliğini yitirmeyen ‘Kötülük meselesi* (Problem of Evil)’ yaşamımın belli periyotlarında üzerine düşündüğüm, yaşımın verdiği olgunluk seviyesine bağlı olarak da düşündüklerimi zaman zaman gözden geçirip, farklı görme biçimleri geliştirdiğim konulardan biri.
Kötülük meselesi kendi adıma zihnimde tartışılan bir olgu olmasının yanında; pandemi döneminin bizi evlere kapatıp tek başımıza daha fazla düşündüren atmosferini dağıtmak, özellikle elimizden bir süreliğine alınan birlikte etkinlik yapmak ve paylaşmak ihtiyacını da karşılamak için; bu konuyu tartışma zeminine taşıyarak, çıktılarını görmek istemiştim. Türkiye’de ne yazık ki üniversite yıllarımdan beri yakalayamadığım, bazen yakalar gibi olduğum ama egolar ya da insan olmanın herhangi bir negatifliğinden dolayı devamı gelemeyen, birlikte bir masaya oturabilmek ve tartışabilmek istencini pandemi döneminde bir nebze de olsa çözmüştüm. O dönemde gerçekleşen bu etkinlikler vesilesiyle bu konuya biraz daha yoğunlaşabilme, üzerine okuyabilme ve düşünebilme şansım oldu.
Bu yazıda ‘kötülük meselesi’ni, haddimi de bilerek, felsefi ya da teolojik temelli ele almamın pratik bir yanı olmayacağı için, Ocak 2021’deki sunumumda olduğu gibi Goya ve bazı resimleri ile kötülük meselesi hakkında kurduğum analojiler üzerinden paylaşımda bulunduğumu belirtmek istiyorum. Tabii kötülük meselesinden bahsediyorsak, felsefe tarihinden birkaç cümle kurmamak da bir o kadar zor. Goya’nın resimleri üzerinden konuştuğumuzda daha da zor.
Bilmeyenler için çok kısaca Goya’dan bahsederek başlayacağım. Francisco de Goya, 1746-1828 yıllarında yaşamış İspanyol ressam. Özellikle gravür baskı konusunda bana da ilham veren önemli ustalardan biri. Aquatint tekniğindeki yetkinliği, resim sanatı üzerine düşünürken beni fazlasıyla etkilemiştir. Aquatint, resimde form meselesi üzerine daha kapsamlı düşünebilmem ve bu sayede ‘şey’in sınırlarını algılayabilme konusunda giriştiğim zihinsel çabama da destek olan bir teknik olmuştur. Bu kadarcık enformasyon sonrasında Goya’nın yaşadığı tarihlere odaklanmanızı isteyerek, Goya’yla daha derin tanışma kısmını size bırakıyorum.
Goya’nın yaşadığı tarihleri göz önünde bulundurduğumuzda orta yaşlarında bir ressamken dönemin ve insanlık tarihinin en önemli olaylarından birine denk geldiğini görüyoruz. 1789 yılından itibaren etkisini gösterecek Fransız İhtilaline ve bu süreçte gerçekleşen Napolyon Savaşları’ndan birine, yaşadığı topraklarda tanıklık ediyor. Ve biz bu tanıklığa Goya’nın zihni ve gözlerinden, resimleriyle dahil oluyoruz.
Resimlerine değinmeden önce, yaşadığı döneme biraz daha göz gezdirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Batı modernizmini önemli derecede etkileyecek ‘Aydınlanma’ fikrinin kasıp kavurduğu bir dönem: hali hazırda bilimsel gelişmelerin olduğu, eleştirel insan aklının önemli görüldüğü, bireysel hak ve özgürlüklerin konuşulmaya başlandığı, laiklik fikrinin doğduğu, sanat ve kültür alanına da katkısı olan bir dönemden bahsediyoruz. Zamanla halklar bir araya gelip, haksızlıklara karşı iktidar olana sesini yükseltmeye başlıyor; monarşiler yerini cumhuriyete bırakıyor. Özetle Aydınlanma hareketi, Fransa’ya ve ardından tüm kıta Avrupa’sına ulaştığında tarihin en şiddetli ve kanlı dönemlerinden birine tanıklık ediyoruz. Yaklaşık yüz yıl içinde Osmanlı’da da etkileri görülen fikir, I. Dünya Savaşı’nın ardından, şiddetin nedenselliği kısmen farklı olsa da, yine çok şiddetli ve kanlı bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti’nin de kurulmasını sağlıyor.
Tam burada Goya dönemi İspanya’sına bir pencere açmak istiyorum. Aydınlanma hareketinin yayılması Avrupa’da sürerken, Engizisyon ve desteğini alan kilisenin de karşı tepkisini görüyoruz. Kitaplar yasaklanıp yakılıyor, aydınlanmacı düşünürler tutuklanıyor ya da sürgün ediliyor. İşkenceler, cinayetler… Halk cahil, batıl inançlar toplumun her yerinde kol geziyor; bu da egemenlerin işini kolaylaştırıyor ve yönetimdeki güçlerini doğal olarak artırıyor. Fikre en zor adapte olan ülkelerden biri olan İspanya için süreç epey şiddetli geçiyor.

Los Caprichos(1790s), No:23Disaster of War(1810-1815), Is this what you were born for?
Fransa’da cumhuriyete geçişin ardından bir süre sonra imparator olan Napolyon Bonaparte, hali hazırda başlayan hareketi de arkasına alarak, neredeyse tüm Avrupa’ya seferler düzenliyor. Napolyon Savaşları (Napoleonic Wars) denen ve 1803-1815 yılları arasında gerçekleşen bu savaşların taraflarından biri de haliyle İspanya. Yine zamanın birinde, bir insan, dünyada bir yerlere farklı arzuları olmasına rağmen sözde medeniyet, erdem, özgürlük ve adalet vadediyor. Ve bunları yine görev ve sorumluluk bilinciyle, ülkesinin onuruna ya da tüm insanlık adına yapıyor. Bu esnada da binlerce insan vahşice öldürülüyor. Günümüze kadar kaç kere buna benzer senaryolar yaşadık, dönüp sayabilirsiniz. Ya da ne kadar özgür olduğunuza bakıp hissedebilirsiniz belki.
Hannah Arendt’in II. Dünya Savaşı döneminde yaşananlar için, ‘Kötülüğün Sıradanlığı (Banality of Evil)’ dediği durum, 1940’larda olduğu gibi 19. yüzyılda da yaşanmış, bugün de hala devam ediyor. Siyasi nedenlerle bürokratik temellere dayandırılan eylemler, herkesin gözlerinin önünde çok doğalmışçasına can almaya, şiddeti sıradanlaştırmaya devam ediyor. Biraz da döneminin tanığının, Goya’nın gözlerinden İspanya’nın içinde bulunduğu Yarımada Savaşı’na(Peninsular War) bakalım ki hislerimiz pekişsin. Burada Goya’nın sadece birkaç işini paylaşacağım. Ama özellikle diğer baskı işlerini de incelediğinizde, kötülüğün tüm sıradanlığıyla her yerde ve her zamandalığını fark edeceksiniz.

Disaster of War(1810-1815), Bury them and be silent

II. Dünya Savaşı Belgesel Serisi(2019), Netflix
Özellikle fotoğrafın icadından sonra değişen algımıza göre, fotoğraf öncesi iletişim araçlarının, bugünün perspektifiyle kimimizi yanıltan, olguları yansıtmakta güçlük çektiğine inandıran gerçekliği; yaşanan bu olayları kurgusal birer öge, Goya’nın birer fantezisi haline dönüştürüyor gibi görünse de -ki Goya özellikle Los Proverbios ve Los Caprichos isimli baskı serilerinde sahip olduğu grotesk tavrıyla bize bunu hissettirebilir- meselenin hiç de inanılmayacak kadar kurgusal bir boyutta olmadığına, II. Dünya Savaşı’na ait onlarca görüntüyle yeniden şahit olup, ikna olmuştuk. Savaş insanın fantezilerinin de ötesinde imajlar yaratabilme gücüne sahipti. Ama acı olan, o imajlar sadece bir ressamın gözlerinde ya da bir kameranın objektifinde var olmuyordu. Yoksa öyle olduğuna ikna mı oluyoruz insanlık olarak, ikna olmaya meyilli miyiz bilmiyorum!?

Disaster of War(1810-1815)
Baudrillard’ın 90’larda Körfez Savaşı üzerinden yaptığı eleştirinin kıyısında, savaşın bir gösteri (spectacle), yaşananların simülasyon olması ve hiper-gerçeklik fikrinin sonucu olarak, artırılmış gerçeklik (Augmented Reality) evreninin çoktandır bir parçası gibi hissetmeye başladığımızı düşünüyorum. Evet 90’larda olduğu gibi hala oturduğumuz yerden kanal değiştirebiliyoruz, istersek oyuna dahil değilmiş gibi yapabiliyoruz; ya da eğer istersek biraz daha gerçekmiş gibi hissedebiliyoruz savaşı. Ve aslında yine bu nedenle, hislerimiz olduğuna inanarak, insan olduğumuza kendimizi ikna etme fırsatı buluyoruz. Bugün öncekilerden daha interaktif bir şekilde yaşananları seyredebiliyor olmamız dolayısıyla, gerçekle simülasyon arasındaki fark gittikçe kapanmaya başladı. Artık gelişen interaktif iletişim araçlarının da sayesinde, gerçeklerin önümüzde apaçık ve o kadar şeffaf göründüğüne ikna ediliyoruz ki, bunun sonucunda yaratılan gerçekliğin kendi şeffaflığında gizlenmesi ve nasıl görünmek istiyorsa öyle görünmesi; kötülüğün de aynı şekilde şeffaflaşarak (The Transparency of Evil) gizlenmesiyle karşılaşıyoruz. O yüzden ne kötüyü algılayabilir haldeyiz, ne de kötülüğü. Tepkilerimizi bile elimizde tuttuğumuz medya araçlarının, çoğunlukla akıllı telefonlarımızın aracılığıyla ‘özgür irademizle’ veriyor(zannediyor) ve nihai hazza, tatmin duygusuna ulaşıyoruz.
Ve tüm bunlar, binlerce insan ölümle yüzleşirken, attıkları çığlıklar anlamsız hale gelmişken, tam da bu dünyada gerçekleşiyor. Dün o dünyanın başka bir yerinde daha gerçekleşti. Önceki gün bir başka yerde daha. II. Dünya Savaşı’ndan, o katliamdan bu yana bir çok kere bir çok yerde daha gerçekleşti. Gördüğümüz imajlar artık eskimeye başladığı, sürekli maruz kalıp kanıksadığımız için; sanki yeni imajlar yaratabilmek adına çaba harcıyor gibiyiz. Savaş, savaşın içindekileri acıttığı kadar, izleyenleri acıtmıyor ne yazık ki.
Henüz çığlık atma sırası bize gelmedi diye iyi hissetmeliyiz belki. Asırlardır gözümüzün önündeki imajlar ve özellikle Türkiye gibi ülkelerde hayatın kendisinde her saniye kaybolmadan -onca iyi şeyin içinde- varlığını sürdüren kötülük bile insanlık namına empati kurmamızı sağlamadığına göre, oturup insanlığın sonunu beklememiz gerekiyor belki de.

Los Caprichos(1790s), The sleep of reason produce monsters
Bir dönem aydınlanmış o insan, aklını eleştirmiş, dünyayı eleştirmiş doğru adımları atabilmek için. Sonra Goya’nın da Los Caprichos, Disaster of War ve bu metinde yer vermediğim ‘Black Paintings’ serilerinde bahsettiği o insan var: Açgözlü, hırsız, katil, KÖTÜ… Aynı insan bunlar. Yine bir gravüründe, “Aklın uykusu canavarlar üretir.” diyor Goya. Cehaleti ve sonuçlarını değerlendiriyor. Peki ya aklını kullanan, akıllı canavarlarımız? Ne yazık ki aklımız uyusa da, uyumasa da bizler o canavarlarlayız. Ve belki de o canavarlardanız. Bence Goya’nın da dediği gibi aynıyız biz. Ve aynı bombalar, bugün aynı mezarlara sokuyor bizi. Evet korkuyorum, üzülüyorum, iğreniyorum. Yarın aynı suda boğulup, aynı havada zehirleneceğiz biliyorum. Tarihin başından beri olduğu gibi aynıyız hepimiz.

Disaster of War(1810-1815), The Same
*Metin içerisinde ‘kötülük problemi’ demek yerine, bu metne daha uyumlu olacağını düşündüğüm için ‘kötülük meselesi’ demeyi tercih ettim.


Yorum bırakın