V. Kim’lik ve Dedemin Elleri
Kim olduğunuzu ne zaman öğrendiniz? Ya da öğrenebildiniz mi? Doğduktan sonra, söylenen birkaç kelimenin adım olduğunu anlayacak yaşa gelene kadar, kim olduğuma dair fikrim gölgelerim ve yansımalarımla şekilleniyordu. Bir de ellerim… Güneşe, havaya, suya, toprağa, ağaca, hayvanlara, oyuncaklarıma uzanan ve dokunan ellerim, şeylerle aramdaki mesafeyi göstermenin yanı sıra bana ‘ben’den bahsediyordu. Şeylerle olan bu ilk karşılaşmalar, kimliğin şekillenmesini etkiliyordu. Beden-mekanımın içindeki ben, kendimi ‘şeyler dünyasında bir şey’den daha fazlası olarak hissetmiyordum. Öyleyse ben, bir ‘şey’dim.
Ancak konuşmaya ve uzun cümleleri anlamaya başladıkça kim olduğuma dair fikirlerim değişmeye başlamıştı. Değiştirilmeye başlamış da olabilir… Şeylerle aramdaki mesafenin arttığını hissediyordum. “Kış güneşine güvenilmezdi. Kıyafetlerini içine sokmazsan soğuk hasta ederdi. Su içmek önemliydi; ama terliyken su içmemek gerekirdi.” Ne değişmişti? Oysa güneş de, hava da, su da aynıydı. Yoksa değil miydi? Olan şey, o zamana kadar, sadece bana çizilen sınırların içerisinde gösterilen dünyayla tanışmış olmaktan başka bir şey değildi. O yüzden tüm bu arkadaşlarla yeniden tanışmam gerektiğini hissediyordum. Çünkü bu sayede kendimi de daha iyi tanıyacaktım. Artık konuşabiliyor, derdimi anlatabiliyor ve hatta koşabiliyordum. Var olduğunu düşündüğüm bu hareket kabiliyetim, artık bazı sınırları aşabilme gücü veriyordu bana.
Böylece sorabildim, kimim ben?
Soğuk su içtiğimde bademcikleri şişendim mesela. Bir ısırgan bitkisine ilk dokunduğumda acıyla kaşınıp, ona nasıl yaklaşılması gerektiğini anlayandım. Karanlıktan korkandım. Ağaçlara tırmanan; yemyeşil çayırlara uzanıp, rüzgarın her bir çimen yaprağına değip çıkardığı sesin eşliğinde, açık mavi gökyüzündeki bulutların geçişini izleyerek uyumayı sevendim. Bazı oyuncaklarımın içerisinde ne olduğunu merak edip, içlerini açmaya çalışandım; her seferinde annemden dayak yemeği göze alarak. Sonu -cilik, -cılık, -culuk olarak biten oyunlar oynamayı sevendim. Sessiz sakin, saygılı biriydim; ama kötü kalpli davranan birini de buna pişman ederdim. O an için ben, yaptığım ya da maruz kaldığım şeyler ve o şeylere verdiğim tepkilerdim.
Tüm bunların yanında kimim sorusunun yanıtını başkalarının gözlerinde de aramaya başlıyor insan. Anne ve babamın gözlerinde çoğunlukla sevilen, zaman zaman yaka silktiren bir tipken; dedelerimin gözlerinde kayıp çocukluklarına dönüşüyordum. Komşuların ya da misafirlerin gözleri herkese aynı bakıyordu çoğunlukla. Tek tük güzel bakanlarla ya da kötü bakanlarla karşılaşıyordum. Zihindeki mukayese ve muhasebe mekanizmaları gelişiyordu böylece. Akranlarıma gelince, onlar da ben nasıl istersem öyle bakıyorlardı. Sözün kısası bakışlarda kimlik bulabilmek akıl kârı değildi yani.
Dedelerime biraz daha ilgiliydim bu aşamada. İki dedem de kendimi inşa sürecime inanılmaz katkı sağlamış harika insanlardı. Annemin babası Denizlili bir çiftçi olması dolayısıyla beni doğa ile her anlamda doyururken, babamın babası kuşaklarca İstanbullu olmanın nezaketi ve beyefendiliğiyle tanıştırıyordu beni. Kim büyüyordu içimde o zaman için bilmiyordum. Ve kimin kim olduğunun da bir önemi olmadığı ortamlarda büyüyordum. Ben, birkaç harften oluşan adım, bakışlarım ve davranışlarımdım.
Sonra zorunlu eğitimin gereği olarak ilkokula başladığımda, bir süredir merakla beklediğim okumayı, nihayet öğrendim. Sınıfımdaki ilk öğrenen iki öğrenciden biriydim. Kırmızı kurdele takılırdı o zamanlar okumayı öğrenenlere, onurlandırmak için. Hemen akabinde sınıf başkanı olarak da görevlendirilmiştim. Sonrasında okul değiştirdiğim yıllar haricinde, lise hazırlık sınıfım da dahil sıklıkla başkanlık ya da başkan yardımcılığı yapmıştım. Yönetişim sorumluluğu almayı severdim o zamanlar. Çok sonradan işteşlikler içindeki isteksizliklerden sıkıldığım için, yalnızca kendimi idare etmeyi daha mantıklı buldum.
Okuma-yazmayı öğrendikten sonra, tüm duyularınızın sürümü güncelleniyor adeta. Dünyayı başka türlü algılıyor ve anlamlandırmaya başlıyorsunuz. Zihniniz; gördükleriniz, eylemleriniz ve kelimelerle büyüleyici bir biçimde organize olup, baş döndürücü bir forma bürünüyor. Bu büyünün etkisine yeni yeni girip alıştığım yıllardan birinde, 98 senesinde(ilkokul ikinci sınıf), kafamdaki yeni soruların eşliğinde uzamda süzülürken; ilk öğretmenimin tayini dolayısıyla ayrılmasının ardından gelen, baş parmak ve kulak çıtlatma meraklısı Sururi bey, ilk dersinde soruyor:
-Kimsiniz? Nesiniz? Sağdan başlayın bakalım anlatmaya.
Adımız soyadımız, hayattalarsa anne babamızın mesleği, nereli olduğumuz… İlkokul ikinci sınıfta bir öğretmene göre tanışmak bu kadardı. Üçüncü sınıfta başka bir öğretmen için de. Sonraki sınıflarda da öyle. Ve anladım ki, kişi sayısının fazla olduğu yerlerde ‘kim’ olduğunuz sorgusu, sadece tasnif için gerekli bir formaliteydi. Bu yüzden gerçekten kim olduğunuzu söyleyemez, ancak gösterebilirdiniz. Bunun içinse zamana ihtiyaç vardı. Ve ben, o zamanın geleceğine inanandım.
Buradan bir de üniversite yıllarıma uğrayalım. Üniversitede tanışma meselesi daha da komplekstir. En azından görsel sanatlar alanı için öyle söyleyebilirim. Birinin işine yaramayacaksanız adınız bile sorulmaz. Az evvel Olimpos’tan indiğine inanan/inanılan birkaç profesör sizi tanıyorsa, herkes tanımak için sıraya girer ya da tanımış olur; tanımıyor ya da tanımazlıktan geliyorsa kimse yüzünüzü bile hatırlamaz. Böyle bir yavşaklar cehennemi… O yüzden kim olduğunuzu pek anlayamayacağınız bir yer varsa, orası üniversitedir diyebilirim.
Yine de üniversite zamanlarımdan birinde, 2013 yılında durmak istiyorum. O sene üzerinde çalışmaya başladığım ‘Dedemin Elleri’ serisinin hikayesini anlatacağım. Benim okuduğum üniversitenin ikinci senesinde, resim bölümü olarak atölye seçiyor, diploma alana kadar kullanacağımız bir atölye edinmiş oluyorduk. O atölyenin ilk dönemi, nesne ve model üzerinden desen çalışmaları ile bittikten sonra, “Kendiniz için önemli olduğunu düşündüğünüz bir nesne getirin ve onun üzerine düşünüp, çalışın!” dedi profesör.
Bu vesileyle babamın babası olan, Saik dedemin(Saayik derdim küçükken) onu ziyarete gittiğimizde benim için yaptığı kağıttan kayıklardan yola çıkmak istedim. Ziyaret zamanlarımızda, eğer yanıma oynayacak bir şey almadıysam, babaannemin biblolarını ister, onlarla bir köşede sessizce hikayeler kurardım. Ben bir şekilde oynarken, dedem de az önce okuduğu gazeteden bir sayfayı yırtar ve ondan yaptığı kayığı, hikayemin içine yollardı. Ben de büyük bir mutlulukla kabul eder, keyifle oynamaya devam ederdim. Bu anların bana hissettirdiğini kelimelerle aktarabilmem mümkün değil; bir imge olarak kağıttan kayık seçip görsel işler ürettiğimde de mümkün olmamıştı. Mesele bu anımı canlı tutabilmek isteğimle ve geçmişe bir teşekkür gönderebilmekle alakalıydı.
Dedem 1926 Samatya doğumlu. Annesi, o altı yedi yaşlarındayken ölüyor. Babası da Divan-ı Muhasebat’daki görevi dolayısıyla, 11 yaşındayken onu ve kız kardeşini, Anadolu Hisarı’ndaki halasına emanet edip, Ankara’ya taşınıyor ve bir daha geri dönmüyor. Anasız babasız büyümeye çalışan o adam, gençliğinin başlarında önce halasını, evlendikten sonra da kız kardeşini tüberkülozdan kaybediyor. Ve tüm bu trajediyi yaşıyorken Hisar’daki evinin altında bakkal işletiyor Bakkal Saik oluyor, Anadolu Hisarı gençler futbol takımını çalıştırıyor Saik Hoca oluyor, Ali Sami Yen’de saha komiseri, TEKEL rakı fabrikasında Müdür Saik Bey oluyor. 96 yaşında hayatını kaybetmeden önce, birileri için ‘biri’ olan bu adam, otuz iki yıl kadar da benim dedem oluyor.
Peki ya siz, kim olduğunuzu ne zaman öğrendiniz? Ya da öğrenebildiniz mi?
Dedem henüz hayattayken başlamıştım ‘Dedemin Elleri’ serisine. 85 yaşında arkadaşlarıyla gittiği bir rakı sohbetinden dönerken, hayatında ilk defa kendisini kaybedip düştüğü için, geri kalan yaşamını kendini eve kapatarak geçirdi. Her gün kilometrelerce yürüyüş yapan o adam, böyle bir kapanmanın da ardından demansla yüzleşmek zorunda kaldı. Bu nedenle ben bu seriyi yapmaya karar verdiğimde, dedem bunun farkında bile değildi. Sadece biraz uğraşla bir fotoğraf çekebilmiştim, onun ellerini kullanarak. Serideki işlerden birinde o fotoğrafı da kullandım.
Dedemin Elleri serisine önce bir videoyla başlamak istedim. [1] Kağıttan kayık yapan ellerin videosu. Dedemi model olarak kullanamadığım için, kameraya çektiğim kendi ellerimi kimliksizleştirmek istemiştim; retinal anlamda hatırlayabilmenin güçlüğüne de vurgu yaparcasına. İlk video çalışmamdı, teknik yetersizlikleri hissediliyor; ama bir sürü şey öğrendim o işten. O video işin sonrasında, aynı elemanları kullanarak farklı bir video daha ürettim. Video içindeki kayık yapma eyleminden yola çıkarak oluşturduğum yirmi sekiz kareden oluşan ızgara sistemli bu fotoğrafı elime alıp, 2013 yılının ruhuyla çıktım sokağa.

2013 yılı, hem yerel hem global anlamda fazlasıyla hararetli bir seneydi. 2008 ekonomi krizi sonrası dünyada değişen dengelerle birlikte Afrika ve Ortadoğu’da meydana gelen olayları, iklim ve mülteci krizini; içeride de özellikle birkaç senedir kendi varoluş sancılarını artık dışavurmaktan başka çareleri kalmadığını hisseden çeşitli grupların sirkini seyrediyorduk. Dünya bir kim’lik arayışındaydı ve o arayış hala sürüyor.
Tam böyle bir zamanda o hazırladığım fotoğrafla birlikte sokağa çıkıp, tüm yaşananların anlamsızlığına dair bir şeyler söylemek geldi içimden. Ayrıca dedeme dair bir anımdan bahsediyordum sonuçta. İstanbul’da yıllarını her renkten insanla nasıl keyifle yaşadığını anlatırdı dedem, ben çocukken. Cümlelerinde ayırarak değil, birleştirerek yer verirdi kimliklere. O yüzden kendime borç hissettim ve elimdeki fotoğrafla, sordum sokaktaki insanlara: “Tüm farklılıklarımızla birlikte, benimle aynı şeyi yapar mısınız?”
Nisan ayının başlarıydı. O gün kaliteli bir kameram olmadığı için, DSLR makinesi olan arkadaşım Ebru’dan yardım istedim. Elimde bulunan videodan kırpılmış fotokolaj çalışmamdaki hareketlerin aynısını, yolda rastladığım insanlara, önce dedemle olan hikayemi de anlatarak rica edip yaptırdım. Bir sürü insanla tanıştım, bir sürü hikaye dinledim. 11 yaşındaki Lego meraklısı Noyan’ın annesi evine davet edip kahve ikram etti, İstanbul’a dair anılarını paylaştı bizimle. Bir grup arkadaşıyla Amerika’dan İstanbul’a gezmeye gelen Claire’ı, tersten not alabilme becerimle o an şaşırtıp gülümsettim. Nijeryalı bir çocuğu, dil konusunda anlaşamasak da hediye ettiğim kayıkla sevindirdim.

Sokağa çıkmadan önce, bu işi yirmi sekiz adet el fotoğrafıyla tamamlayacağıma çoktan karar vermiştim. Ne yazık ki bu yüzden nihai işte kullanamadığım fotoğraflar da oldu. Fotoğrafın sol üstündeki el bana ait. En alt sağdaki de dedemin ellerinin kağıttan kayıkla son fotoğrafı.
…
Mayıs’ın başlarında arkadaşım Ebru da benden bir yardım istemişti, benim işim hallolduktan sonra. Yapmak istediği bir iş için konsept danışmanı ve yürütücü olarak yardımcı oldum. Yine sokağa çıktık. Ebru Erdem aklındaki bir cümleyi başlatmayı ve sokaktaki insanların da o cümlenin devamını getirmesini istiyordu: Yaşamak istiyorum; çünkü…
Bir tahtayı plastik boyayla siyaha boyadık, renkli tebeşir ve toz pastellerle birlikte aldık elimize ve Kadıköy’deki timsahlı meydana gitmek üzere yola koyulduk. Yolda bizi gören bir hurdacı, “Arabaya yükleyin tahtayı gençler, ben bırakayım yükünüzü gideceğiniz yere, yorulmayın.” dedi. Adam, ‘yaşamak istiyorum’un bir ‘çünkü’sü olmuştu, biz daha yoldayken. Öğleden sonra yerleştirdik tahtayı meydana. Etrafımızda da birkaç müzisyen şarkı söylüyordu. Kadıköy’ün kalabalığının eşliğinde, “İlk cümleyi ben yazacağım Ebru.” dedim:
‘Yaşamak istiyorum, çünkü umudum var.’

Benden sonra onlarca insan, o gün akın akın gelip o tahtaya ne istedilerse onu yazdılar. Birbirinden farklı onca insan, nasıl da bir araya gelmişlerdi bir amaç uğruna. Ve sonra Mayıs’ın sonuna geldik; binlerce insan, nasıl da bir araya gelmiştik bir ağaç uğruna. Ama sonra biri’leri çıkageldi ve yine bir sirke dönmüştü ortalık. Kimim ben, tam burada ve şu anda diye sorarken, umudumu da alıp öksüre öksüre evime dönmüştüm.
…
Körfez’den Kanlıca’ya doğru, bir çocuğun adımları için epey uzunca bir yolculuk… Sağ elimde dedemin eli. İskelenin önüne geldiğimizde bir banka oturup, o zamanlar rengi de tadı da çok farklı olan pudra şekerli Kanlıca Yoğurdu’ndan ağzıma bir kaşık atıp, o lezzetin boğazımdan kayışını hissederken; güzel İstanbul’un boğazından da dedemin kağıttan kayıkları yüzerdi gözlerimin önünde. Hayat o an o kadar güzeldi ki, sormazdım kimim ben diye.
Sonra 2023 yılının Temmuz’unda bir gece, gözümün önünden akan bunca anının ardından, aslında kim olduğuma dair bambaşka bir hikayeyi dinlediğimde başka bir ağızdan; artık rahatlıkla söyleyebiliyordum umursamadan: Ben, hafızamdakilerim.
Ya siz, kim olduğunuzu öğrenebildiniz mi?


Yorum bırakın