Hafıza/m Üzerine:

IV. Gölge, Fotoğraf ve Batman

Önceki yazıda öznesi kendim olan bir masalına yer verdiğim ‘gölge’ kavramı, zihin alanımın büyük bir kısmını işgal ettiğinde, 2013’ten sonra görsel sanatlar alanındaki yönelimlerimde de ister istemez yerini aldı. O zamana kadar biriktirdiklerimi, sonrasında teorik anlamda da bir zemine oturtmaya başladım.

2013’te ‘gölge’ ile gerçekleştirdiğim ilk görsel üretimlerimde, süreci ve üretimlerin evrimini bugün olduğu kadar net göremiyor, kendimi akışa kaptırmış ilerliyordum. O gün üretirken, zamanın ruhundan ilham aldığımı zannederken; kavramsal ve estetik yaklaşımlarımın daha derinlerden, benliğimin derinliklerinden geldiğini bugün daha iyi fark ediyorum. Hafıza/m üzerine yazmak isteme nedenlerimden biri de bu.

Burada ufak eleştirel bir not düşerek yazıya devam edeceğim. Bu ülkede doğup, büyüyen bir insan olarak, hafızamın büyük kısmını da (bazı nedenlerden dolayı ne yazık ki) bu ülkeden emanet aldım. Kim olduğumu ya da kim olamadığımı, kim olamayacağımı ya da kim olacağımı da ister istemez bu ülkenin şekillendirdiği hafızam belirleyecek. Hafıza sahibi özne, burada direkt müdahaleleri önlese/önlemeye çabalasa dahi, dolaylı yoldan bir şekillendirme kaçınılmaz. Ve ne yazık ki toplum içerisinde, kendisini bu konuda bir heykeltıraş gibi gören; söylemleri ve eylemleriyle başkalarının hayatını özellikle olumsuz yönde şekillendirme çabası güden ya da davranışlarının sonucunda buna hizmet eden olaylara neden olan insanlarla karşılaşıyoruz. Bu insanlar tepeden tırnağa toplumun her yerinde konuşlanmış durumda. Bu seride hafızamda kalan bu tarz insanlara da değineceğim. Şimdilik o kısmı kenara koyup gölge’yle olan yolculuğumdan devam edelim.

2013 yılı üretimlerimde gölge, her şeyin terminolojisini sorgulayan bir öğrencinin yaklaşımıyla, “Işığın engellenmesi sonucunda, bir yüzeyde/mekânda meydana gelen karanlık.”tı. Bir yandan da “Bir engel vasıtasıyla oluşan gölge, kendisi de bir engeldi; yüzeyi görebilmemizi engelleyen.” diyordum. Bu serinin ilk yazısında da bahsettiğim gibi, sonradan devreye karanlıkla ilişkisi giriyor; ve gölge benim için karanlıkların efendisi oluyor. Bir yandan bunları düşünürken, sanatı sanatçıların gözünden okumaya çabalayan yazarların yazdıklarını, sözde akademilerde üretilen kopyala yapıştır yazılmış ucuz tezlerin arasına sıkıştırılmış olanını, felsefede mağaranın duvarlarına kondurulmuş, psikolojide bilinç-dışına itilmiş halini, sanatın her türlüsünün içindeki sonsuz imgelem gücüyle süzülüşünü de görerek; “Sen neymişsin be Gölge!” diyorum. Bunu derken, benim için aslen ne olduğunu her geçen gün yeniden öğrenerek, zaman yolculuğuma devam ediyorum.

Tabii bu yolculuğa devam ederken, bir ressam olarak, düşüncelerimi görsel düzeye de aktararak anlamlandırmaya çalışıyorum. Ders verdiğim zamanlarda ilk ders öğretilerimden biri olarak öğrencilerime söylediğim “Çizim, görme ve düşünme edimidir.” cümlesini desteklercesine, düşündüklerim ve görebildiklerimin içerisinden resim yoluyla çıkmaya çabalıyorum. Maalesef ki/Neyse ki çık çık bitmiyor; ne resimle, ne yazıyla, ne şiirle, ne müzikle…

‘Gölge üzerine düşünmelerin içinden resim yoluyla çıkmaya çalıştıklarım’ kategorisinde farklı malzeme ve tekniklerle işler üretiyorum. 20.yy ve sonrası sanat eğitimi veya bilgisi olan her insanın da rahatlıkla kabullenebileceği gibi, resmin yolunu sadece pentürden(boyama resmi) ibaret görmüyorum. Yaşamım içerisinde bana dokunan şeyleri araçsallaştırarak bu bağlamda kullanmaya gayret ediyorum. Bu vesileyle gölge ile kurduğum ilişkiyi çeşitli görseller üzerinden daha isabetli anlatabileceğimi düşünerek, sizi babamın 1992 yılına tarihlediği, yine babam tarafından çekilmiş bu fotoğrafla tanıştırmak istiyorum:

Gözlerime giren ışığı engelleyemeyen beyaz şapkanın gölgesinin altındaki minik bedenim; haliyle kocaman görünen ahşap sandalyenin üzerinde oturup, olup biteni algılamaya çalışırken poza dahil olmuş. Bu fotoğraftan birkaç yıl sonra arasına hamak kurularak, gölgesinde keyiften dört köşe olarak uyuklayacağım ağaçlar da tam arkamda duruyorlar. Ağaçların bulunduğu yere ‘büyük adamların’ eşlerine dostlarına inşaatlar yapıldığı için, o ağaçlar artık sadece bu fotoğrafta ve hafızamdalar:

… Fotoğraflarda zamanın insana kayboluyormuş gibi gelmesi de bundandır aslında; betimleme ya da gerçekçilik yüzünden değil, ne zaman bir fotoğrafa bakılsa geçmiş sahnelerin hatıraları kaydedilip yeniden kazanıldığı için -üretilen bu fazlalık imgeleri zamanın hem içindeki hem de dışındaki izlere dönüştürdüğü için kaybolur zaman.
Bu fazlalık yalın bir anlamda fotoğrafların kendilerinden türetilemez ve belleğin gücü kadar “hatırlamanın” yanardönerliğini de açığa çıkarır. “Hissedilebilir şeyler” yoluyla hatırlamanın hem gücü hem de zayıflığıdır bu. Hissedilebilir olana bir rüyadaymış gibi yaklaşılabilir ve rüyalar da gerçeğin bir parçasıymış gibi görülebilir. Bütün bunlarda, bütün kültürlerden insanların çektiği milyarlarca fotoğrafla kazanılan görünür dünya, insanların o sonsuz hatırlama ve unutma, rüyalar ve içgörüler, deneyimler ve düşünceler döngüsünü muhafaza etme arzusunun ansiklopedik bir hülasası olarak durur.
1

Bu fotoğraftaki gölgelerin bu kadar cesur görünen ve kompozisyona yön veren ağırlığının, bana hissettirdiklerini anlatamam. Ama bu fotoğrafı ilk gördüğüm günden beri gölgelere başka türlü baktığımı söyleyebilirim. Fotoğraf içinde fotoğraf adeta. “Fotoğraf sözcüğü Yunanca’da ışıkla yazmak anlamına gelir. Demek ki gölge bilinen ilk fotoğraftır.” 2

Alıntıladığım bu cümlenin ışığında, fotoğrafla kurduğum ilişkiyi de gölgeleri anlamaya başladıkça derinleştirdim diyebilirim. Öncesinde SLR veya kompakt makinelerle çekilip geleneksel aile albümümüze katkı sağlayan, sonra kameralı telefonlarımın albümlerinde yer bulan fotoğraf; üniversiteye başladığımdan itibaren, benim için kavramsal bir araç haline geldi. Fotoğraf kullanarak gerçekleştirdiğim üretimlerim de bu yönde şekillendi. Tarihsel süreçte resim sanatına ve uygarlığa olan etkisini de göz önünde bulundurduğumda, fotoğrafın bendeki yeri yadsınamaz.

Fotoğrafın gücü, fiilen gerçeklik anlayışımız üzerindeki Platoncu örtüyü kaldırmış ve böylece, deneyimlerimiz üzerine -görüntüler ile şeyler, suretler ile asıllar arasındaki ayrım doğrultusunda- kafa yormayı giderek daha az akla uygun bir hale düşürmüştür. Bu anlayış, Platon’un görüntülere karşı takındığı ve onları gölgelere (gerçek şeylerin üstüne düşen, onların geçici, asgari düzeyde bilgilendirici, maddi olmayan, güçsüz yansımalarına) benzettiği küçümseyici tutuma oldukça uygundur. Oysa fotografik görüntülerin gücünün kaynağı, onların kendi başlarına maddi gerçeklikler olmalarından; onları yayan şeylerin arkalarında bıraktığı ve içinde zengin bilgilerin yer aldığı tortulara benzemelerinden; gerçekliği tersyüz etmenin, mesela onu gölgeye dönüştürmenin güçlü bir aracı olmalarından gelir. Görüntüler, tahmin edebildiğimizden daha gerçektir.3

Günümüzde her şey bir fotoğrafta sona ermek için vardır.” 4 diyerek, fotoğrafa dair düşüncelerimi şimdilik burada sonlandırıp, fotoğrafın arşivleme gücünden faydalanarak size sunacağım farklı görsellerle devam etmek istiyorum. Bu vesileyle sizi zaman yolculuğumun 1996’sına götürmek; görsel üretimlerimde beni etkilediğini düşündüğüm, estetik algımı şekillendirdiğini bugün daha net görebildiğim, anlardan birinde buna vesile olan şeylerden biriyle buluşturacağım:

Artık benimle olmadığı için görsellerini google’layıp bulduğum bu ‘Batman’ figürünü 96 yılında, Kozyatağı Carrefour’daki bir oyuncak reyonunda bulmuştum. O gün için zihnimin aşina olduğu bu karakterle, ilk kez 94 yılında tanışmıştım. Bir gece yatma vakti gelmiş çocuk, yatmaya gideceği sırada, televizyonda kanal değiştiren babasıyla bir an göz göze geliyor; ve babasının yüzündeki “Yakalandık!” ifadesi… “Az önce değiştirdiğin kanalda Batmobil’in içinde bir Batman gördüm ve sanırım bunu izlemem gerek.” diyen bir bakışla, yatmaktan vazgeçiyor çocuk. (O an için, karaktere ait bu özel isimlerin hiçbirini bilmiyorum ve kostümden, otomobil tasarımından, filmdeki karanlık atmosferden anlık olarak etkileniyorum.) O akşam 90’ların bir güzelliği olan Parliament Sinema Kulübü gece mavisinin, ara ara duvarlarını boyadığı ışıkları söndürülmüş odada uyuyakalana kadar, babamla izliyorum o filmi: Batman Returns… Tim Burton’ın yönettiği 1992 yapımı, benim için en etkileyici Batman filmlerinden biri.

AVM’deki oyuncakların içinde, bu figürü seçmemdeki en önemli etkenlerden birinin bu yeniden karşılaşma olduğunu düşünüyorum. Herhalde o gördüğüm imgeye en çok benzeyen figür buydu o gün için. Aynı zamanda göğsünden ışık çıkardığını iddia eden ambalajı da beni etkilemişti. Zannettiğim kadar olmasa da, gerçekten çıkarıyordu. Sanıyorum 90’larda ambalajlar bugünkü kadar yalan söylemiyordu.

Bu figür, 1995 yılında yapılan ‘Batman Forever’ filmi için üretilen, -Batman dünyasını fazla karikatürize etmiş olan film, yine de küçük bir çocuğu etkilemeyi başarıyordu- Hasbro’ya ait Kenner firmasının filmle aynı adlı serisindeki ‘Batman, Power Beacon’ isimli modeli. Sahip olduğum ilk aksiyon figürüydü. Bu Batman’den sonra Kenner’ın ‘Legends of Batman’, ‘Animated Series’, ‘Batman&Robin’ ve şu an adlarını hatırlayamadığım serilerinden de figürlerim olmuştu. Ne kadar yıl geçerse geçsin, diğer figürlerim ne kadar güzel görünürse görünsün, bu figürlerle kurduğum oyunlarımın başrol karakteri, her zaman bu Batman figürüm olmuştu. Hatta önce silahı, sonra pelerini kaybolmuştu ve bir ara sanki yeterince siyah değilmiş gibi tamamen siyaha boyamış, sonra sıkılıp asetonla sildiğim için yüzünde deformasyonlara neden olmuş olsam da, tasarladığım hikayelerde, en karizma sahibi roller hep bu Batman’imin olurdu.

Yıllar sonra, annem artık büyüdüğümü ve ‘oyuncak’larla oynamayacağımı düşündüğü için, tüm figürlerimi teyzemin oğluna vermişti. Aylar sonra öğrendim ki, teyzemin kendisini dindar tanıtan kayın ailesi, bütün figürleri çöpe atmışlar; seks, cinsellik çağrıştırdığı ve aile yapısına uymadığı gerekçesiyle. Bazıları yalnızca kendi zihnindeki dünyanın varlığına inanarak yaşıyor ne yazık ki. Bir grup dangalak yıllarımın hafızasını, anlam veremediğim dürtülerini gerekçe göstererek çöpe atmışlardı; bana iade etmek yerine. “Neyse” demeyi niyeyse defalarca öğreniyor insan bu ülkede.

Neyse, okumayı öğrendikten sonra filmleri ve figürleriyle büyülendiğim o dünyayı kitaplardan da seyretmeye başlamıştım. Suçla, cehaletle, yozlaşmışlıkla, kötülükle kuşatılmış Gotham şehrinin içinde, kendi gölgesiyle uzlaşan bir çocuğun, büyüdüğünde, yüreğindeki büyük bir umutla, şehrin gölgelerinden de faydalanarak, kötülükle mücadelesi…

Yazı genel konudan çok fazla uzaklaşıp bir Batman incelemesi gibi görünsün istemiyorum. Başta da söylediğim gibi, görsel dilimde iz bırakanlardan biri olarak buraya not düşüyorum. Ve yazının bu kısmını 2022 yılına ait ‘The Batman’ filmindeki açılış monoloğunda geçen bu cümlelerle bitiriyorum: “Gölgelerin içinde saklanıyor olduğumu düşünüyorlar. Ama ben, gölgenin ta kendisiyim.”

Gölgelerin içinde saklanmak!

Lise yıllarıma, yani 2004-2009 yıllarına geldiğimizde, okul sonrası boş zamanlarımda, MSN’de arkadaşlarla mesajlaşmak, Adobe Photoshop’ta (PS 5.0’dan itibaren) kötü ozalitçilerin yaptığı tarzda tasarımlar denemek, pek işin içinden çıkamayıp suçu bilgisayarımın donanımına atsam da 3dsMax kurcalamak, FL Studio’da müzik yapmak, şiir ya da yazılar yazmak ve tabii video oyunlar oynamak, bilgisayarımla yaptığım pek keyifli aktivitelerdi. O dönem kullandığım bilgisayar programlarına baktığımda, her ne kadar mühendis olunması üzerine programlanmaya çalışılan sayısalcı bir lise öğrencisi de olsam, sonunda sanat ve tasarıma yöneleceğim belliymiş. O yüzden bilgisayarımla olan ilişkimi de, görsel sanatlar yolculuğumda bir köşe taşı olarak görüyorum.

Gizlilik oyunları(stealth game) furyasının başladığı yıllardayız bu arada. Bütün bu keyif veren şeyler gelecekteki mesleğimi şekillendirirken, bugünün gözüyle baktığımda video oyunlar da estetik algımda etki sahibi olmuşlar gibi görünüyor. Henüz GTA Vice City’nin büyüsünü üzerimden atamamışken, saygıdeğer Rockstar Games, ‘Manhunt’ diye bir oyun çıkarıyor.

“Türkiye’de yasak, +18” diyor Ejder abi, CD’yi satarken uyarmaya çalışır gibi yaparak. 14 ya da 15 yaşımdayım, ama üstesinden gelebilirim diye düşünüp oyunu alıyorum, kural tanımaz gençlik ateşimle. Eve gidip kuruyor ve başlatıyorum. Oyun açılışta ışıkları kapatarak oynanmasını tavsiye ediyor. Etkiyi güçlendirmek adına gayet mantıklı bir yönlendirme; yapıyorum söylediklerini. Gerçekten fazlasıyla gerilimli bir intro ile başlayan oyunu, yine gergin haller içerisinde oynayarak, birkaç hafta içinde bitiriyorum.


Gizlilik oyunları estetiğine sahip, beni etkileyen bir diğer video oyununu da selamlamak istiyorum buradan. Oyunun adı, Tom Clancy’s Splinter Cell. Bu sefer bir C.I.A ajanını oynayarak, Manhunt benzeri oyun mekaniğinin tadına, Ubisoft grafikleriyle varmıştım. Splinter Cell serisinin ilk oyunu Manhunt’tan önce yapılmış, ama ben sonradan fark etmiştim haliyle. İlk oyunu bitirdikten sonra, ‘Pandora Tomorrow’ ve ‘Chaos Theory’ isimli devam oyunlarını da oynayıp bitirmiş, o dönem bilgisayarımın performansı yetmediğinden, serileri takip etmeyi bırakmıştım.

Gölgelerin içinde saklı olmak estetiğinden bahsetmişken, gerçeklikleri gölgelerin içine gizlemeye çalışan tahakküm mekanizmalarından da söz etmek gerekiyor diye düşünüyorum. Yine Manhunt oyunu ile devam edelim o yüzden. Dünya çapında epey sansasyon yaratmış, birçok ülkede yasaklanmış ya da temin edilmesi güçleştirilmiş bir oyunmuş Manhunt. Ben oynadığım zamanlarda bu kısmını detaylarıyla bilmiyor, sadece yarattığı deneyime odaklanıyordum. Oynatılan karakterin kendi gücünün/güçsüzlüğünün de farkında olarak, gölgelerde saklanıp düşmanlarını sessizce etkisiz hale getirmesi ve yine etkisiz hale getirdiklerini sessizce gölgelerin içine saklaması dinamiği çok hoşuma gitmişti. Yani oyunun bunu gerçekçi bir şekilde aktarabilme becerilerini beğenmiştim. Etrafta sadece ay ışığının olduğu gecelerde oynadığımız saklambaç oyununun verdiği heyecana yakın bir heyecan vermişti.

Oyun, çoğunlukla içerisindeki şiddet dinamiklerine odaklanılarak, gençleri şiddete yönlendirdiği gerekçesiyle yasaklanmış. Bu konuda ahkam kesemem; ancak önceki paragraflardan birinde bahsettiğim, ‘+4 yaşa uygun’ olarak sınıflandırılmış Batman figürünü cinsellik çağrıştırıcı bir nesne olarak gören bakış açısından pek ayıramıyorum bu tarz yaklaşımları. Biri özel, diğeri kolektif etkiye sahip benzer yetki biçimleri. Etkilenen kişi sayısının bir önemi olduğunu düşünmüyorum. Bu tarz zihinler inandıkları anlatıları yüksek bir bağlılıkla yaşayıp/yaşıyor gibi yapıp, başkalarının hayatları üzerinde tahakküm kurma derdinde. Bilinen binlerce yıllık medeniyetler tarihinin, aynı zamanda kendi anlatılarını üstün görenler çöplüğü olduğu göz önünde bulundurulsa; hiçbir halttan pek de anlamıyor olma ihtimalimiz olabilir mi acaba diye düşünülemez mi?

Sanki tarihin başından beri, insan sadece çiçek ekip koklaya koklaya bugünlere gelen zararsız bir canlıymış da; savaşlar yaşanmamış, doğa talan edilmemiş, hayvanlar, insanlar katledilmemiş gibi; kendilerine sanat ve tasarım aracılığıyla tutulan aynaya baktıkları anda, hemen aynayı yasaklayıp ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Mesele önlem almak ve şiddetin ihtimallerini azaltacak eylemlerde bulunmaktır. Sanat ve tasarım aracılığıyla ortaya konanı inkâr etmek, en vahim şiddet yöntemlerinden biridir. Bu belki siyasi, belki iktisadi nedenlerle doğacak sonraki şiddet biçimlerini meşrulaştırmak için kılıf hazırlamaktır. Yasakları örgütlemek yerine, sevgiyi ve saygıyı, onurlu yaşamanın erdemini örgütlese ya tüm zihinler!

Ayrıca insanı doğduğu karanlıktan, öldüğü karanlığa kadar etkilemeyen bir şey mi var? Etkilendiğimiz için birbirimizden farklı ve bazen de aynıyız. Hem eğer bıçak, ekmek yerine insan kessin istenmiyorsa, insana bıçak kullanmak öyle güzel öğretilmelidir ki; o bıçaktan temel bilimler, felsefe, bütün tarihsellik akıp geçsin de, o bıçağı tutanın zihni dünyaya başka türlü bakabilsin -bu dahi şiddeti engellemeye yetmeyecek, ama iyiliğe ulaştıran ihtimalleri artıracak. Ve sevmek… Bence gözden çıkarılmayacak en önemli konu bu, şiddeti önlemek isteniyorsa. Ayrıca bu tarz konularda klişeleşmiş gözükse de, eğitimin gerçekten önemli olduğu göz ardı edilemez. Özellikle eğitimi aceleye getiren toplumlarda yolun sonunun şiddete varmaması pek mümkün görünmüyor. Kararlar vermekteki ve eyleme geçmekteki aceleciliğin, bir çok alandaki bu telaşın, ‘şiddetin her türlüsünün’ de temel dinamiği olduğunun farkına varılması gerekiyor. Sakin olup, durup düşünmekte fayda var!

Üzerine ayrıca çok uzun yazılıp konuşulabilecek bu meseleden, genel konuyu biraz trajik bir noktaya çekmiş olsa da, bahsetmeden geçemedim. Maalesef hafızam/hafızalarımız bir çocuğun dahi dünyasına müdahil olan bu trajedilerle dolu.

Neyse!

1 Ron Burnett, İmgeler Nasıl Düşünür?, Türkçeye Çeviren: Güçsal Pusar, Metis Yayınları, 2012, s.53-54

2 Christian Boltanski’den alıntı: Victor I. Stoichita, Gölgenin Kısa Tarihi, Dost Kitabevi Yayınları, 2006, s.203

3 Susan Sontag, Fotoğraf Üzerine, Türkçeye Çeviren: Osman Akınhay, Agora Kitaplığı, 2011, s.214

4 A.g.e, s.30


Posted

in

by

Comments

Yorum bırakın