Hafıza/m Üzerine:

I. Masallar, Karanlık, Akasyalar ve Karabaş

Uzunca bir süredir hafıza üzerine bir yazı ya da yazılar kaleme almak istiyor ama bir türlü toparlayamıyordum. Konu o kadar derin ki, içerisinde çırpınıp duruyordum adeta. Hafıza, görsel sanatlar alanında özellikle gölgeyle haşır neşir olan benim gibi biri için çok önemli bir mesele. Kişisel ve kolektif hafıza biçimlerine yer verdiğim işlerim mevcut. Yine de tüm bunların yanında hafıza ile derdi bitmeyen/bitemeyen biri olarak, bir medium olarak yazıyı kullanmak ve iyi bir düzenlemeyle aktarabilmek derdine düştüm son zamanlar. Beynin dahil olduğumuz anıları depolama kapasitesinin görece sınırlılığı ve bu sınırlı alanı en iyi şekilde yönetebilme çabasının sonucunda, hatırlamak istediklerimle unutmak istediklerimin savaşında ve kimi zaman sormadan gelenlerin, bazen de söylemeden gidenlerin huzurunda ‘hafıza/m’ üzerine yazmak zorunda hissettim. Hayatın hızına tam anlamıyla adapte olamadığım için, daha fazla beklemeyip bir şekilde başlamaya karar verdim.

Bu yazı dizisi kişisel hafızamın, hatırlayabildiğim geçmişimin öznel bir dışavurumu şeklinde, algılarımın ve sanatsal içgörümün izin verdiği ölçüde yeniden yorumlanması, belki kurgusal bir zeminde tekrar bir araya gelmesiyle, gelecekte bana ilham verebilecek şeylere dönüşebilmesi için kayda alınmaktadır. Aynı zamanda bu gibi deneyim paylaşımlarını, başka zihinlerin de ortaklaşmasına ya da farklı sorularla ortaya çıkabilmesine olanak sağlayabildiği için önemli buluyorum. Ve bu yolculuğa başlıyorum…

Masallar! diyerek başlamak istiyorum konuya. Kolektif hafızanın en önemli şekillendirici unsurlarından biri. ‘Ciddi anlamda masal’larla, okumayı öğrendikten sonra, yani 1997 yılında tanışmaya başladım. Ancak öncesinde, gece uyumaktan pek hoşlanmayan bir çocuk olarak, beni uyutmak isteyenlerin masalları kullandıkları olmuştu üzerimde. Hatta bir şiirimin de giriş cümlesidir: “Masallarla uyumadım, uyutulmadım ben hiç. Ya kendi isteğimle uyudum ya da uyumuş gibi yaptım…”

Ve bir varmış bir yokmuş, o çocuk okumayı öğrendiğinde, artık harikalar diyarındaymış. La Fontaine’ler, Grimm Kardeşler, Andersen’ler… Gözlerinin farkına okuduğunda varıyor insan. Zihniyle evrenler arasındaki bu muhteşem aygıta hayran kalıyor. Çocuk, geceleri camdan süzülen ufacık ışığın ve yarattığı gölgelerin dönüşümünde ilk unheimlich* anlarını yaşıyor. Gözlerini kapatıyor, ama kulaklarıyla görmeye başlıyor. Tüm bunlardan korkan o çocuğun gözleri, gizlendiği küçücük battaniyesinin altında aydınlığı arıyor.

Neyse ki günler doğuyor. Otuz dört yıl oldu, o çocuk için hala günler doğuyor. Bunun epey öncesinde öğreniyor ama karanlıkla barışmayı. Karanlıkla barıştığı günden beri, çocuk için artık gün doğsa da, doğmasa da fark etmiyor.

Çocuk bir gece karanlıkla yüz yüze gelmek istemiş zamanında. Kurtulmak bu esaretten… En karanlığa doğru bakmış, görebilmek için en karanlık gölgeleri. “Kapat gözlerini” demiş Karanlık, “Seyredebilirsin dans edişlerimi”. Artık her göz kırpışında çocuğun, karanlık aydınlık, aydınlıksa karanlık. Ve fark etmiş çocuk, karanlığın altında daha büyük bir evren olduğunu.

1990’da Beykoz, Anadolu Hisarı’nda doğmuş bir çocuğun masalından, güzel Beykoz’umun 90’larına gidelim şimdi. Orada yaşadığım çocukluk, boğaz hattının mavisi, ormanların yeşiliyle ne kadar keyifli hissettiriyordu anlatamam. Hafızamın bu kısmında biraz doğayla ilişkili konulara değinmek istiyorum. Annemin babası Denizli doğumlu, genç yaşlarında İstanbul’a gelmiş bir çiftçi. Küçük adımlarınız, kocaman kafanız ve o kafanın üzerinde güzel gören gözler, iyi duyan ve dinleyen kulaklarınız varsa, yaşlı bir çiftçiyle, Beykoz’un ormanlarında sabah yürüyüşleri yaptığınızda neler görüp duyabileceğinizi, neler tadabileceğinizi hayal edin. Ve atlar, eşekler, inekler, koyunlar, kuzular, tavuklar, kediler, köpekler, çakallar, yılanlar, kirpiler, köstebekler, kurbağalar, kaplumbağalar, baykuşlar, doğanlar, atmacalar… Doğayı sevmek için ekstra bir neden icat etmeye ihtiyaç olmadığını o adam bana öğretmişti. Öğretme kaygısıyla değil, benim o güzelliğe maruz kalmama vesile olarak öğretmişti.

90’larda Beykoz’da çocuksanız, ağaç için ağlamayı 2010’lardan ve 20’lerden çok önce öğrenmiş olurdunuz. Neredeyse her yaz, itfaiye araçlarının çığlıklarına, yangın söndürme helikopterlerinin çabalarına tanık olurdunuz. Yürüyüşe gittiğiniz ormanları simsiyah olmuş şekilde görüp, en sevdiğiniz ağacın bir daha orada olmayacağını, başka bir ağacın da büyüse bile aynı biçime girip size el sallamayacağını bilir daha çok üzülürdünüz. Sonra yine de yeni ağaçlar dikilir, nefes olur, umut olur derken; ağaçların renginin grileştiğini fark ederdiniz. Ağaçların rengi grileşir mi diye sorardınız kendinize. Yaklaşırdınız usul usul, sonra anlar, korkar uzaklaşırdınız. Koca koca betonlara bakar, içinize içinize ağlardınız.

90ların sonu, 2000lerin başındayız. Grileşmeye devam ediyoruz. 2010’larda tüm Türkiye beraber ağlamadan önce; ben, dedem ve anneannem iki adet akasya ağacı için ağlıyoruz. Yaz tatillerinde gider, o iki ağacın gölgesinde vakit geçirirdik; ve bir başka unheimlich’i de o anlarda hissederdim. Dedem öldü, anneannem neredeyse 90 yaşında ve hala o iki ağacın altındaki anılarımızdan bahsediyor beni her gördüğünde. Ağaçları aldılar, anıları da alacaklardı öldüğümüzde. Alamasınlar diye ben yazmak istedim.

Ağaçları almaya başladıklarını yeni yeni idrak ettiğim senelerden birindeydim. Sanıyorum sene 99 ya da 2000. Arasına hamak kurup, yazları gölgesinde uyuduğum ağaçlar hala yerlerinde duruyordu. O yüzden keyifli zamanlar diyebilirim. Bir kış günü, akşam yemeği sonrası, yemek artıklarını, sokakta sevip keyifli vakit geçirdiğim arkadaşım Karabaş’a vermek için dışarı çıkıyorum.

Karabaş, bir petshopun önündeki mavi bir köpek kulübesinde kalan siyah kahverengi karışımı kısa tüyleri olan, minik bir çocuk için de epey irice bir köpek. Çok atik, enerjik bir hayvan. Petshop’un sahibi bir süre sonra iyi anlaştığımızı görüp onu tamamen salıyor ve bu sayede Karabaş’la benim harika arkadaşlığımız başlıyor. Karabaş diye seslendiğim an, Karabaş’ın yanımda olacağını her zaman biliyorum. O dönemlerde, çok yoğun karlı geçen bir kar tatilinde, güneşin ışıl ışıl izlerini bıraktığı yarım metrelik karların üzerinde Karabaş’la boğuştuğumuz ve eğlenip sağa sola zıpladığımız bir günü unutamıyorum.

Karabaş’la olan ilişkime ve aramızdaki bağın kuvvetine dair kısa bahsimin ardından yeniden o akşama döneyim. Kış günü olduğu için hava erken kararmıştı. Zaten yemeği verip döneceğimi bildiğim için, üzerime bir şey almadan, direkt çıktım dışarı. Elimde bir tabak ve içinde yemekten kalanlar. Yüksek sesle bağırdım: Karabaş!
Biraz üşüme geldi. Ya yakınlarda değilse, şuraya bıraksam acaba bulup yer mi diye düşündüm ve bir kez daha şansımı denemek için yine bağırdım: Karabaş!

Çok uzaklardan bir havlama sesi. Geliyorum bekle dedi bana. Çok hızlı koşardı Karabaş, sanırım av köpeği gibi bir şeydi. Pek anlamam bu kısımlardan. Hala göremiyordum, ama yolda olduğunu belli etmek için koşarken birkaç kere daha havlamıştı. Sonra gördüm Karabaş’ı. Nasıl bir sevinçle, sevgiyle bana koşuyordu anlatamam. Yaklaştı. Yanıma geldiğinde durdu ve sevinçten üzerime atlamak istedi. Tam o anda minik bedenim Karabaş’ın şaha kalkmış bedeninin gölgesinde daha da küçüldü. Yere inerken, patisi yanağıma ve ardından elimdeki tabağa çarptı. Yanmayla karışık bir acı hissettim ve “Ya oğlum napıyorsun?” deyip, yemeği yiyişini seyretmeden eve geri döndüm.

Eve girdiğimde, evdekiler sağ yanağımın üzerindeki üç adet tırnak izini görünce hemen sabunla yıkamamı ve pansuman yapmamı söylediler. Gecenin böyle sonlanmasına üzülmüştüm, ama Karabaş’a da kızgın değildim. Ertesi gün görür, bak bana ne yaptın der, hesabını sorarım diye düşündüm.

Ertesi gün eczaneden batikon alıp, pansuman yapıp, ardından da okula gittim. Sıradan bir gündü ve yanağımda üç çizik vardı. Tek çizik olsa havalı görünebilirdi belki o zamanlar için, ama üç tane olunca pek bir numarası yoktu. Akşam ziyareti için anneanneme gitmiştim. Kuzenim de oradaydı, tipik çocuk eğlenceleri…

Sonra yalnız başıma eve dönerken, karanlığın arasından ağır ağır bana doğru yaklaşan bir şey fark ettim. İrkildim ve ne olduğunu görmeye çalıştım. Karabaşın yüzü çıktı aydınlığa. “Oğlum naber lan, nerelerdesin?” dedim ama yüzünde çok büyük bir yorgunluk hissettim. Kafasına elimi atıp sevmeye başladığım an, arka ayakları bir anda yere yığıldı. Ağzından salyalar akmaya başladı. “Karabaş noluyor sana?” diye endişeyle sorarken, hırlamaya başladı. Eve koşup, anneme haber verdim. “Karabaş’a bir şeyler oldu!” diye ağlayarak çekiştirdim gelip kurtarsın diye. Kimse bir şey yapamadı. Ben “Karabaş ölme!” diye ağlarken, o iki ayağıyla yavaş yavaş sürünüp gözlerimin önünden karanlık bir gölgenin içine dalarak kayboldu.

Biraz sakinleşmeye başladığımda, geçenlerde bir hastane ziyareti sırasında panoda asılı duran illüstrasyon aklıma geldi. Görselde bir köpek, bir kişiyi ısırıyor ve ardından iki gün içerisinde arka ayakları felç geçirerek, ağzından salyalar akıtarak ölüyordu. Isırılan kişi de, en geç iki gün içinde kuduz aşısı olmazsa, aynı şekilde ölüyordu. Kuduz salgını duyuru afişi! O gün o hastane gününde o görseli dakikalarca inceleyip, okumam ve Karabaş’ın imgesiyle yeniden belirmesi… Dakikalar önce arkadaşının ölümü için ağlayan o çocuk, göz yaşları kurumadan kendi ölme ihtimaline ağlamaya başlamıştı. Hangi damla yaş Karabaş içindi, hangisi kendim için?

“Anne ölecek miyim?”

Apar topar hastaneye götürdüler o akşam. Kuduz teşhisi kondu ve yaklaşık iki ay kadar haftada bir ya da iki sefer, kalçamdan iğne olmuştum. Ölmedim. Arkadaşım Karabaş sayesinde, yaşadığımız bu anıyı size ben aktarabiliyorum. O gece, Karabaş beni görmek için gelmese ve beklemeseydi, muhtemelen kuduz mikrobu aldığımı fark etmeyecek ve ölmüş olacaktım. Ben bunun bir denk gelme olduğunu düşünmedim hiçbir zaman. Karabaş’ın beni çok sevdiği ve beni kurtarmak için orada olduğuna inandım. Ölmeden önceki son saatlerini, beni göreceğine inanarak, beni bekleyerek geçirmişti. Zaten bir köpeğin kalbinde kötülük olduğunu zannedebilecek kadar kötülük de yoktu kalbimde. Şu an o günkü çocuk kadar iyi biri değilim, ama hala bir köpeği suçlayacak, bir köpeğin ölmesini haklı bulacak kadar kötü biri de değilim. 2024’ün Temmuz ayında ‘öldürmek’ üzerine konuşanlara o çocuğun selamını getirdim.

*Türkçesi ‘tekinsiz’ diye çevrilen, ama değindiğim konuda alakasız kaldığı için, Almanca orijinalini tercih ettiğim; anlatılmaz yaşanır olan o his. Bkz. Freud, Das Unheimliche


Posted

in

by

Comments

Yorum bırakın